top of page

POLİTİK ANLATI VE KÜLTÜREL YAYILMACILIK:

  • Yazarın fotoğrafı: Mahmut Esat Bozkurt
    Mahmut Esat Bozkurt
  • 14 Eki
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 5 gün önce

Söylenceler, Algı Yönetimi, Yanıltıcı Yönlendirme (Manipülasyon) ve Siyasi Parti Genel Başkanları (1)



Sesli Dinlemek için Tıklayın
Giriş

Günümüz siyasetinde toplumsal algıların yönetilmesi ve egemen güçlerin siyasal üstünlüklerini pekiştirme süreçleri; politik anlatılar, söylenceler (mitler), çeşitli yanıltma/yönlendirme (manipülasyon) yöntemleri ve kültürel yayılmacılık gibi ögelerin iç içe geçtiği karmaşık bir etkileşimle yürütülmektedir. Bu süreçte toplumsal rızanın sağlanması, ikna edici söylemler ve çeşitli baskı araçlarıyla gerçekleştirilir. Siyasi liderler, basın-yayın kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve kimi sözde aydın çevreler, bu baskı-rıza düzeneklerinde başat roller üstlenerek kamuoyunun yönlendirilmesinde doğrudan etkili olmaktadır.

 

Bu yazı, siyasal anlatıların mitleştirilmiş söylemler ve yanıltma/yönlendirme yöntemleriyle nasıl kurgulandığını, yerel siyasi etmenlerle birlikte küresel yayılmacı çıkarların etkisi altında nasıl yeniden biçimlenebildiğini incelemektedir. Temel sav ise şudur: Algı yönetimi ve siyasal anlatılar, çağın sunduğu yeni iletişim olanaklarıyla her zamankinden daha etkili bir duruma gelmiştir. Üstelik artık iç dinamiklerin bir ürünü olmaktan giderek uzaklaşmış, küresel güçlerin amaçlarına göre kolaylıkla yönlendirilebilir bir niteliğe bürünmüştür. Dahası, kültürel yayılmacılık, ulusların kendi çıkarlarına aykırı olan bu etkiyi çoğu zaman yerli ögeleri ve aktörleri de rahatlıkla kullanarak gerçekleştirmektedir.

 

Bu yazı dizisi iki bölüm olarak sunulacaktır. İlk bölümde: (1) siyasal anlatıların tanımı ve işlevi açıklanacak, (2) politik anlatıların söylenceleştirilme süreçleri ele alınacak, (3) tek ve güçlü önder söylencesi ile popülist söylemler incelenecek ve (4) Türkiye’den güncel siyasal anlatı örnekleri tartışılacaktır. Yazının ikinci bölümünde ise: (5) egemen güçlerin yanıltma/yönlendirme yöntemleri, (6) kültürel yayılmacılık ve küresel güç anlatıları değerlendirilecek; (7) bu güçlerin günümüzde uluslar üzerine nasıl bir rol üstlendiği tartışılacak ve nihayetinde, (8) Türk ulusu için çıkış yolunun nerede aranması gerektiği sorusuna yanıt aranacaktır.

 

1. Politik Anlatıların Tanımı ve İşlevi
ree

Politik anlatılar, toplumun gerçeklik algısını biçimlendiren ve olguları belirli bir çerçeveye yerleştiren etkili öyküleme araçlarıdır. Kavram, özellikle 2016 ABD seçimlerinde Donald Trump’ın belirli söylenceleri merkeze alarak yürüttüğü seçim kampanyasıyla birlikte siyaset yazınında daha görünür ve kullanılır duruma gelmiştir. Anlatılar yazılı ya da sözlü biçimde ortaya çıkabilir; gerçeklik unsurlarıyla kurgusal öğeleri bir arada barındırabilir. Tipik bir öykülemede olduğu gibi başlangıç, gelişme ve sonuç kurgusuna dayanır. Çoğu zaman bir kahraman öznesi, bir çatışma ya da kriz durumu ve sonunda bir çözüm ya da başarı temasını içerir.

 


Siyasal aktörler bu anlatıları, etkili söylemler aracılığıyla toplumsal algıyı şekillendirmek ve egemen güç–toplum ilişkisini yönlendirmek amacıyla kullanabilirler. Örneğin, basın gücü denetim altına alınarak kurgulanan anlatılar aracılığıyla gündem, egemen gücün belirlediği sınırlar içinde tutulabilir. Böylece toplumsal algı yönlendirilir ve karşıt kesimler sürekli savunma konumuna itilir. 

"Üstelik artık iç dinamiklerin bir ürünü olmaktan giderek uzaklaşmış, küresel güçlerin amaçlarına göre kolaylıkla yönlendirilebilir bir niteliğe bürünmüştür. Dahası, kültürel yayılmacılık, ulusların kendi çıkarlarına aykırı olan bu etkiyi çoğu zaman yerli ögeleri ve aktörleri de rahatlıkla kullanarak gerçekleştirmektedir." 

Bu anlatılar, dünyanın çok katmanlı karmaşıklığını anlaşılır bir düzleme indirger; soyut olguları somutlaştırır ve karmaşık sorunlara tekil çerçeveler sunar. Küresel egemen güçlerin yürüttüğü yanıltıcı uygulamalar, kültürel yayılmacı yöntemlerle birleştiğinde, yalnızca toplumların değil, zaman zaman karar vericilerin yönelimlerini dahi şekillendirebilir. Bu nedenle hem iç hem de dış egemen güçler, kendi hedeflerini gerçekleştirmek, toplumsal algı ve desteği canlı tutmak ve esas sorunlardan dikkatleri dağıtmak için kurguladıkları politik anlatılara sıklıkla başvurur. Yine basit bir örnekle, parti genel başkanlarının seçim süreçlerinde kendi başarı öykülerini sürekli olarak vurgulamaları ya da belirli niteliklerini abartılı biçimde öne çıkarmaları, seçmenlerde güven duygusunu pekiştirmeyi ve oy tabanını genişletmeyi amaçlar.

 

Politik anlatıların, etkili öykülemeler yoluyla olguları biçimlendirme ve algıları etkileme yetisi, iktidara egemenliğini pekiştirmede önemli bir üstünlük sağlar. Öyle ki çoğunlukla kurgusal öğelerden oluşan anlatılar bile zamanla toplum tarafından gerçeklik gibi benimsenebilir. Bir politik anlatının etkililiği, hedef kitlenin değerleri, inançları ve duygularıyla ne ölçüde örtüştüğüne bağlıdır. Anlatı, dinleyici veya okuyucuyla duygusal bağ kurabildiğinde daha güçlü bir etki yaratır; aksi durumda ise uyuşmazlığı artırır ve toplumun onay–rıza direncini kuvvetlendirir. Bu nedenle etkili bir anlatı, toplumun beklentilerini dikkate almalı, baskı ile rızayı birlikte üreten bir düzenek inşa etmeli ve geniş bir kabul zemini oluşturmalıdır. Bu çerçevede başarısız bir siyasal anlatı örneği, bu etmenlerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

 

Devlet geleneğine büyük önem atfedilen toplumlarda, güçlü devlet anlayışı, çoğunlukla karizmatik ve güçlü önder figürüyle özdeşleştirilir. Bu bağlamda, örneğin, bir siyasi parti genel başkanının seçim kampanyasını evinin mutfağından yürütmesi, “güçlü önder” imajıyla birtakım çelişkiler barındıracak ve bu durum, toplumun bazı kesimlerince zayıflık göstergesi olarak algılanacaktır. Benzer biçimde, futbolun geniş kitleler üzerinde güçlü bir etkiye sahip olduğu ve hakemlerin sıkça eleştirildiği bir toplumda, genel başkanın elinde kırmızı kartla kurguladığı bir anlatı, hedef kitlede olumsuz çağrışımlar doğuracaktır. Bu durum da söz konusu siyasetçinin, tıpkı bir hakem gibi, tepkilerin odağında yer alan bir “nefret figürü” olarak algılanmasına neden olacaktır.

 

2. Anlatılardan Söylencelere: Mitler 
"Bu süreç kutuplaşmayı derinleştirmekte, eleştirel düşünce alanını daraltmakta ve tek kişiyi merkeze alan bir siyasal kültürü beslemektedir. Dahası, 'tek ve güçlü önder' etrafında örülen anlatılar, ortak düşünce zeminini aşındırarak siyasal hareketin varlık sebebi olan ülkü ve ilkelerden uzaklaşılmasına yol açmaktadır."

Siyasal anlatılar, yeterince etkili biçimde kurgulanıp sürekli tekrarlandığında, taşıdıkları değerler ve uyandırdıkları duygular aracılığıyla, doğruluklarından bağımsız olarak daha kalıtsal biçime gelen söylencelere (mitlere) dönüşür. Siyasileşen bu söylenceler, kitlelerce doğru kabul edilen, çoğu zaman daha ideolojik ve kurgusal öğelerin ağır bastığı anlatılar bütünüdür. Gerçeklikle tamamen örtüşmeseler dahi, toplumsal algıların yönlendirilmesinde daha etkili dramatik yapılar barındırırlar.

 

Söylenceleştirilen anlatılar, rıza gösteren toplumun benimsediği simgeler, imgeler ve değer yargıları üzerine inşa edilir; egemen güçlerin salt çıkarları için kullanıldığında ise hem siyasal hareketlerin, hem de aktörlerin kutsanmasına ve putlaştırılmasına zemin hazırlarlar. Politik söylenceler, toplumsal bellek ve kimliklerin şekillendirilmesinde, kimi zamansa aşındırılmasında, belirleyici bir role sahiptir. Çatışmaları “iyi–kötü” arasındaki mutlak bir karşıtlık olarak çerçeveleyerek toplumsal rıza üretir, kitlesel davranışları yönlendirir ve teşvik ederler. Aynı zamanda karmaşık süreçleri basit, kolayca kabul edilebilir kalıplara indirger; toplumun derin değer ve inançlarına seslenirler. Bu yolla bir toplum mühendisliği aracına dönüşerek siyasal yönelimleri biçimlendirirler.

 

Söylencelerin toplumla kurduğu bağ ne kadar güçlüyse, onlara o denli güçlü bir duygusal yankı ve ikna gücü kazandırır. Bu durumda söylence ile gerçek arasındaki çizgi çoğu zaman bulanıklaşır. Bir söylencenin doğru kabul edilmesi, toplumda yarattığı etki açısından, olgusal gerçekliğinden daha belirleyici olabilir. Hatta yanlışlığı kanıtlansa bile, geniş kitlelerce “gerçek” olarak benimsenen bir söylence, eleştirilere karşı direnç gösterir ve yarattığı duygusal etki, çoğu zaman akıl yürütmenin önüne geçer.

 

Politik söylencelere bazı örnekler şunlardır: kadercilik; “medeniyetler çatışması”, ABD’nin “seçilmiş ve ayrıcalıklı ulus” olduğu söylencesi, Fransa’nın “insan hakları ülkesi” olarak imgelenmesi, “barışçıl dış politika/sıfır sorun” söylemleri, tek ve “kurtarıcı” önder miti, savaş dönemlerinde düşmanların şeytanlaştırılması, antik çağ kahramanlarına ilişkin söylenceler.

 

3. Bir Anlatı Ustası Olarak Tek ve Güçlü Önder Miti ve Popülist Söylemler

 

Politik anlatılar ve algı yönetimi bağlamında, çağın (sözde) siyasal önderleri toplumun bakış açısını yönlendiren ve kitle desteğini genişletmek amacıyla etkileyici öyküler anlatan kişiler olarak görülebilir. Geleceğe dair umut aşılayan bu öyküler aracılığıyla güven kazanmaya çalışırlarken, anlatılarının tutarlılığı ise büyük önem taşır. Siyasal aktörler, sözlü iletişim, basın-yayın, medya ve halkla ilişkiler gibi araçlarla kurgulanan anlatıları topluma aktarır. Günümüzde sosyal ağlar, siyasal aktörlerin seçmenle doğrudan temas kurmasını kolaylaştırarak bu anlatıların çok daha geniş kitlelere ulaşmasına olanak sağlamaktadır.


ree

 Çağın siyaset sahnesinde aktörler, hitabet yetenekleri sayesinde seçmenlerin korkularına, umutlarına ve değerlerine seslenebilen; bu yönüyle de geniş kitleleri etkileyebilen birer “usta öykücüler” konumundadır. Bu bağlamda, kurgulanan anlatılar ve popülist söylemlerin yanı sıra "tek ve güçlü önder" miti, "mutlak kurtarıcı" söylenceleri ve hatta kişisel görünüm gibi manipülatif unsurlar da toplumsal desteğin yönlendirilmesinde giderek daha belirleyici duruma gelmektedir. Ne var ki “tek ve güçlü önder” söylencesi etrafında şekillenen siyaset, popülist söylemlerle birleştiğinde toplum açısından ağır ve yıkıcı sonuçlar doğurabilmektedir. Bugün, bizzat deneyimlediğimiz üzere, bu süreç kutuplaşmayı derinleştirmekte, eleştirel düşünce alanını daraltmakta ve tek kişiyi merkeze alan bir siyasal kültürü beslemektedir. Dahası, “tek ve güçlü önder” etrafında örülen anlatılar, ortak düşünce zeminini aşındırarak siyasal hareketin varlık sebebi olan ülkü ve ilkelerden uzaklaşılmasına yol açmaktadır.

 

Sonuç olarak, bu söylenceler; tek kişi ve/veya çıkar grubu etrafında koşulsuz bağlılık üreterek düşünsel mücadeleyi zedeler; hareketi bir arada tutan temel değerleri itibarsızlaştırır ve dar bir zümrenin çıkarlarını önceleyen bir yapıya dönüştürür. Bu yaklaşım, bireyin yanılabilir olduğu gerçeğini de göz ardı eder. Oysa hiçbir birey tek ve mutlak doğruyu temsil edemezken, “tek adam miti” her sözü ve eylemi tartışılmaz bir gerçeklik gibi sunar. Tıpkı bir tarikat başına körü körüne bağlı müritler gibi, siyasal hareketin üyeleri de zamanla tek kişinin iradesine dayalı bir anlayışı kendi rızalarıyla benimser. Böylelikle siyasal mücadele, değerlerin ve düşüncelerin savunusu olmaktan çıkar; bir kişinin iktidarı ele geçirme ve sürdürme çabasına indirgenir.

 

4. Güncel Gidişat İçinde Türkiye’den Bir Politik Anlatı Örneği 

"Sözde 'özel politikalar' aracılığıyla hem Kürt kökenli seçmenlere 'hak ve eşitlik' vaadiyle, hem de diğer kesimlere 'terörsüz Türkiye' gibi güvenlik söylemleriyle yönelmektedir. Böylece, tanımı dahi yapılmamış bir sorun, çözümsüz bir gerçeklik gibi sunulmakta ve bir siyasal manipülasyon aracına dönüştürülmektedir." 

Bugün Türkiye’de, “Kürt sorunu ve eşit yurttaşlık” ile “İsrail bize saldıracak” söylemleri, toplumun en belirgin biçimde yanıltıldığı/yönlendirildiği (manipüle edildiği) siyasal anlatılar arasında yer almaktadır. Her iki başlık da kitlelerin duygusal tepkilerini harekete geçirerek siyasal hedeflere rıza üretmenin araçları haline getirilmiştir. Oysa konuların özüne bakıldığında, İsrail’in zaten Türkiye Cumhuriyeti’ni uzun süredir hedef aldığı açıkça görülmektedir. İstihbarat faaliyetleriyle içeride kargaşa yaratma girişimleri ve çevremizdeki vekil örgütler üzerinden kurulan güvenlik tehditleri, bunun en somut göstergeleridir. Bölgedeki nüfuzunu artırmayı ve kendi güvenliğini pekiştirmeyi amaçlayan İsrail, son yıllarda Orta Doğu’daki terör örgütlerinin başlıca destekçilerinden biri hâline gelmiştir. Nitekim Suriye ve Irak’ta yapay bir Kürt devleti kurulması için ABD ile iş birliği yaparak bu ülkelerin çözülme süreçlerini hızlandırmıştır.

 

Dolayısıyla, İsrail’in yıllardır Türkiye’yi doğrudan hedef aldığı zaten tartışmasızdır. Ne var ki siyasiler, bu gerçeği kitlelerin duygusal tepkilerini harekete geçirecek bir araç olarak kullanmakta; buna karşılık somut adımlar atmaktan kaçınmaktadır. Örneğin, Kürecik ve İncirlik gibi üsler kapatılmamakta, İsrail ile yürütülen geniş ticari ilişkiler kesintisiz sürdürülmektedir. Buna rağmen toplum, “İsrail bize saldıracak” gibi anlatılarla yönlendirilmekte; siyasetçiler ise kendi iktidarlarını koruma hedeflerini bu anlatılar üzerinden topluma onaylatmaktadır.

 

Benzer biçimde, tanımı dahi belirsiz bırakılan “Kürt sorunu” ve “eşit yurttaşlık” anlatıları da siyasiler tarafından yıllardır söylenceleştirilerek toplumun yönlendirilmesinde kullanılan araçlar hâline getirilmiştir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun temel ilkeleri gereği yurttaşlarını etnik ya da inanç farkı gözetmeden eşit haklara sahip kılmıştır. Dahası, “Türklük” kavramı etnik bir kimliği değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi kapsayan ortak bir aidiyeti ifade eder. Bu kimlik, aynı dili konuşan, aynı kültürü paylaşan bütün yurttaşların birlik ve beraberliğini simgeler.

 

İşte temel yanıltıcı yönlendirme tam da burada beliriyor; çünkü Cumhuriyet düşüncesinin benimsediği yurttaşlık kavramı, öz anlamı gereği zaten eşitliği içerir. Bir yurttaşın bir başkasından herhangi bir gerekçeyle (örneğin etnik köken ya da inanç) üstün ya da aşağı sayılması mümkün olmamalıdır. Türk Devrimi ve Cumhuriyet düşüncesi, ulusun evlatlarını, özellikle köylüyü ve emekçiyi, bu ülkenin efendisi yapma ülküsüyle yola çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan bu ilke, kuruluş felsefesi gereği etnik ve inanç temelli ayrımcılığa karşı durmayı zorunlu kılmıştır.

 

Buna karşın, henüz tanımı dahi yapılmamış bu “Kürt sorunu”, “eşit yurttaşlık” ve “demokratik katılım” gibi süslenmiş ifadeler, özellikle Kürt kökenli seçmenlerin oylarını kazanmak için bir siyasal stratejiye dönüştürülmektedir. Bu kavramların içi boş bırakılmakta, siyasiler tarafından sürekli yinelenerek seçmenleri etkilemek için araçsallaştırılmaktadır. Kaldı ki, bu kapsamda dile getirilen sorunlar açıkça kurucu değerlerden uzaklaşan, hukuk ve yasaları göz ardı eden iş bilmez siyasetçilerin savruluşunun bir sonucudur.

 

Özetle, siyasal aktörler etnik kimlik temelli bu anlatıyı çözümsüz bir kriz gibi sunmakta; sözde “özel politikalar” aracılığıyla hem Kürt kökenli seçmenlere “hak ve eşitlik” vaadiyle, hem de diğer kesimlere “terörsüz Türkiye” gibi güvenlik söylemleriyle yönelmektedir. Böylece, tanımı dahi yapılmamış bir sorun, çözümsüz bir gerçeklik gibi sunulmakta ve bir siyasal manipülasyon aracına dönüştürülmektedir. “Kürt sorunu” söylencesi, bir çözüm üretmekten çok siyasal çıkarları pekiştiren bir kurgu olarak sürekli yeniden dolaşıma sokulmakta; özellikle de küresel güçler tarafından istismar edilerek, ulusal bütünlüğü zedeleyen ve bölgedeki istikrarsızlığı derinleştiren bir araca dönüştürülmektedir.

 

İşte tam da bu sebeplerle; küresel yayılmacılığın ve yerli iş birlikçilerin ürettiği yanıltıcı anlatıları açığa çıkarmak, Kemalizm’i; Cumhuriyet düşüncesini ve Türk Devrimi’nin sürekliliğini savunmak, ulusal bağımsızlığa sahip çıkmak amacıyla yayın hayatına başlayan TÜRKSÖZÜ Dergisi, varlık gerekçesini bu zeminde inşa etmek istemektedir. Türk ulusunun bağımsızlık iradesini, Cumhuriyet’i koruma kararlılığını ve Türk Devrimi’ni ilerletme ülküsünü savunmaya ant içiyoruz. 

Hainsiz Türkiye için:
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ULUSUNDUR!

ree

 

Bültenimize Abone Olun

YAKINDA HİZMETE GİRECEKTİR

bottom of page